Psk. Betül Canbel
İzmir
Genç ve Yetişkin Danışmanlığı
Uzman Hakkında
Merhaba! Uşak Üniversitesinde Psikoloji lisans eğitimimi tamamladım. Mezuniyetimden bu yana ergen ve yetişkinlerle çalışıyor, bireylerin kendilerini keşfetmelerine ve yaşam kalitelerini artırmalarına yardımcı oluyorum.
Eğitim
- Uşak Üniversitesi - Lisans
Seminerler / Konferanslar (Sertifikalar)
- EMDR Eğitimi
- Bilişsel Davranışçı Terapi Eğitimi
- Evlilik ve Çift Terapisi Eğitimi
- Minfulness Teknikleriyle Psikoterapi
- Oyun Terapisi
- Yetişkin Psikoterapisinde 12 Test
- Çocuk ve Ergenlerde Bilişsel Davranışçı Terapi
Uzmanlık Alanları
Çalışma Ekolleri
- Bilişsel Davranışçı Terapi
- EMDR Tekniği
Cevaplar (611)
Merhaba sevgili danışan,Yazdıklarını dikkatle okuduğumda aslında çok insani, çok anlaşılır bir duygusal sürecin içinden geçtiğini görüyorum. “Sanaldaki birini nasıl unutabilirim?” sorusunun altında, çoğu zaman “Ben neye bağlandım, neden bu kadar etkilendim ve neden hâlâ canım acıyor?” soruları yatar. Hiç yüz yüze gelinmemiş, sanal ortamda başlamış ve uzun süre devam etmiş bir bağın ardından akla gelmesi, özlem yaratması, zaman zaman ağlama isteği doğurması anormal değildir. Çünkü bağlanma, yalnızca fiziksel temasla oluşmaz. Paylaşılan zaman, duygusal açılma, cinsel içerikli sohbetler, görülme ve beğenilme hissi; zihinde ve duygularda güçlü izler bırakabilir. Üstelik bu bağ üç yıl gibi uzun bir süreye yayılmışsa, senin hayatının önemli bir dönemine eşlik etmiş demektir. Zihin “gerçek mi değil mi?” ayrımını duygusal bağ söz konusu olduğunda net çizgilerle yapmaz; yaşanan duygu gerçekse, kayıp hissi de gerçektir. Burada dikkat çeken bir nokta, bu kişinin senin hayatında sadece “o kişi” olmaktan daha fazlasını temsil etmiş olabileceği ihtimalidir. Yazdıklarından, onun senin için ilgi, görülme, seçilme, beğenilme ve birine özel olma duygularını taşıdığı anlaşılıyor. Bazen insan, karşısındaki kişiye değil; o kişinin kendisinde uyandırdığı hâle bağlanır. Senin de söylediğin gibi, onu zihninde romantize ettiğini fark etmiş olman bu açıdan çok kıymetli bir farkındalık. Romantizasyon, çoğu zaman karşı tarafın kim olduğundan çok, “ben onunlayken kim oluyordum?” sorusuyla ilgilidir. Sanaldaki ilişkilerde, gerçek hayatta test edilemeyen birçok boşluk vardır. Bu boşluklar, zihnin hayal gücüyle dolar. Karşı tarafın günlük hâllerini, sınırlarını, gerçek yaşam ritmini, sana nasıl davrandığını tam olarak görmediğinde; zihin ideal olanı yerleştirir. Bu da bağın kopmasını zorlaştırabilir. Senin iş ortamında, o yaş grubundaki erkeklerle karşılaşıp “aslında kafamda büyütmüşüm” diye yüzleşmen de bu nedenle tetikleyici olmuş olabilir. Çünkü zihin, uzun süre hayal ettiği şeyle gerçek arasındaki farkı gördüğünde bir tür yas tepkisi verir. Bu, “yanıldım” demenin yarattığı bir sarsıntıdır. Bir diğer önemli nokta, bu ilişkinin bitiş şekli. Engelleşerek, toksikleşerek, net bir duygusal kapanış olmadan biten ilişkiler, zihinde daha çok takılı kalır. Çünkü zihin yarım kalan hikâyeleri tamamlamaya çalışır. “Ya şöyle olsaydı, ya böyle bitmeseydi, ya ben farklı davransaydım?” gibi düşünceler, aslında kontrol edilemeyen bir süreci geriye dönük olarak kontrol etme çabasıdır. Bu da unutmayı değil, bağı sürdürmeyi besleyebilir. Fake hesaplardan bakma davranışını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu, çoğu zaman kişiye duyulan aşktan çok; bağın kopmasına, yokluğa ve ani boşluğa tahammül edemeyen bir tarafın varlığına işaret eder. Bir anda ilgi kaynağının ortadan kalkması, “en azından o vardı” dediğin noktada görüldüğü gibi, içsel bir yalnızlık duygusunu daha görünür hâle getirebilir. Bu durumda zihin, acı verse bile tanıdık olanı tercih edebilir. Çünkü tanıdık olan acı, bilinmeyen boşluktan daha katlanılabilir gelir. Burada şu ihtimal üzerinde de durmak gerekir: Bu bağ, senin hayatında başka alanlarda eksik kalan duygusal ihtiyaçların yerine geçmiş olabilir. Belki o dönemde yeterince görülmediğini hissettiğin, belki yalnız olduğun, belki ilişkisel olarak çekingen ya da temkinli olduğun bir zamana denk geldi. Sanal ilişki, düşük riskli ama yüksek hayal gücü içeren bir alan sunmuş olabilir. Bu da bağlanmayı derinleştirmiş olabilir. Bunlar bir “zayıflık” değil, insan olmanın doğal sonuçlarıdır. “Hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor” hissi de bu süreçte sık yaşanır. Çünkü zihin, şu anki yoğun duyguyu zamansızlaştırır. Oysa duygular sabit değil; dalgalıdır. Bugün gelen bir düşünce, yarın aynı yoğunlukta gelmeyebilir. Ama bunu yaşarken insan, sanki hep böyle kalacakmış gibi hisseder. Bu da kaygıyı artırır. Eğer bu süreçte günlük işlevselliğin belirgin şekilde etkileniyor, yoğun suçluluk, kendini küçümseme, sürekli geçmişte kalma hâli artıyorsa; bir psikologla bu bağın senin için neyi temsil ettiğini çalışmak oldukça destekleyici olabilir. Amaç “onu unutturmak” değil; onun hayatındaki yerini ve anlamını sağlıklı bir çerçeveye oturtmaktır. Zaman zaman yoğun duygusal çöküntüler, uyku ya da iştah sorunları eşlik ediyorsa, bir psikiyatri değerlendirmesi de destekleyici bir seçenek olarak düşünülebilir. Son olarak şunu söylemek isterim: Şu an yaşadığın duygular, senin yanlış bir şey yaptığını değil; bağlanabilen, hissedebilen, duygusal kapasitesi olan bir insan olduğunu gösterir. Zor olan, bu duygularla baş başa kalmaktır. Ama bu hâl, senin bu kişide takılı kalacağın anlamına gelmez. Bu bir geçiş süreci, bir yüzleşme ve bir yas hâlidir. Umarım cevabım faydalı olmuştur. Değerlendirilmesini istediğin farklı bir soru olursa bizlere yeni bir soru oluşturarak iletebilirsin. Aklına takılanları yorumlarda yazabilirsin. Kendine iyi bakman dileğiyle. Sevgiler,Psikolog Betül Canbel
Merhaba sevgili Yeşim,Yazdıklarını dikkatle okudum. Yorulmuş bir zihin, sıkışmış bir kalp ve “artık böyle yaşamak istemiyorum” diyen güçlü bir tarafın var. Kendini aradığını söylemen aslında kaybolduğunu değil, farkındalığının başladığını gösterir. Çünkü insan genellikle kendini kaybettiğini fark ettiğinde değil, kendini bulmaya niyet ettiğinde bu cümleyi kurar. Beyni tamamen susturmak çoğu zaman mümkün değildir ve bu hedef insanı daha da çaresiz hissettirebilir. Zihin düşünmek için vardır. Sorun düşünmesi değil, düşüncelerin seni ele geçirmesi ve senin hayatının merkezine yerleşmesidir. Yani amaç “hiç düşünmemek” değil, düşüncelerinle olan ilişkiyi değiştirmektir. Sen şu an zihninin içinde yaşıyorsun; kendini bulmak ise yavaş yavaş zihninden bedenine, duygularına ve ihtiyaçlarına dönmeyi gerektirir. “Kendim olmak istiyorum ama ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum” demen çok önemli bir cümle. Çünkü çoğu insan ne hissettiğini bilmeden, ne hissetmesi gerektiğine odaklanarak yaşar. Oysa kendin olmak; doğru hissetmek değil, ne varsa onu fark edebilmekle ilgilidir. Bazen karmaşa, bazen boşluk, bazen yorgunluk… Bunların hiçbiri yanlış değildir. Sen uzun süredir “böyle hissetmemeliyim” diyerek kendinle mücadele etmiş gibisin. Bu da zihni daha çok yoruyor. Kafaya takma hâli genellikle kontrol ihtiyacından beslenir. Zihin “eğer her şeyi düşünürsem, her ihtimali hesaplarsam güvende olurum” sanır. Ama bu güvenlik arayışı zamanla tam tersine dönüşür ve seni hayattan koparır. Senin beynindeki “saçma sesler” aslında seni korumaya çalışan ama artık işlevini yitirmiş alarm sistemleri gibi. Onları susturmaya çalıştıkça daha çok bağırırlar. Duyulduklarında ise yavaş yavaş sakinleşirler. Kendini bulmak bir anda olacak bir şey değil. Bu bir yolculuk. Bu yolculuk genellikle “ne olmak istiyorum?” sorusuyla değil, “şu an neye ihtiyacım var?” sorusuyla başlar. Şu an zihnin çok aktifse, belki ihtiyacın dinlenmek; sürekli düşünüyorsan, belki hissetmeye alan açmak; herkesi memnun etmeye çalışıyorsan, belki sınır koymayı öğrenmektir. Kendin olmak, bir kimlik yaratmak değil; kendinle temas kurabilmektir. Zihnini biraz yavaşlatmak için şunu deneyebilirsin: Gün içinde kendine küçük duraklar koy. “Şu an bedenimde ne oluyor?” diye sor. Omuzların mı kasılı, çenen mi sıkı, nefesin mi yüzeysel? Zihin çok konuştuğunda beden genelde ihmal edilir. Oysa beden şu anda yaşar, zihin geçmiş ve gelecekte dolaşır. Kendine dönmenin en somut yolu bedene dönmektir. Ayrıca şunu fark etmen çok önemli: Kendini bulmak için “daha iyi”, “daha güçlü”, “daha sakin” olman gerekmiyor. Olduğun hâlinle temas kurman yeterli. Kendin olmayı öğrenmek dediğin şey, aslında kendini düzeltmeyi bırakıp kendini tanımaya başlamaktır. “Ben neden böyleyim?” yerine “Ben böyleyken bana ne oluyor?” diye sormak bile büyük bir adımdır. Kendini çaresiz hissettiğini söylemişsin. Bu his genelde yalnız kalındığında ve duygularla tek başına baş etmeye çalışıldığında artar. Her şeyi kendi kendine çözmek zorunda değilsin. Bazen kendini bulmak, bir başkasının eşliğinde kendine bakabilmektir. Bir psikologla çalışmak, zihnindeki sesleri susturmak için değil; o seslerin ne anlatmaya çalıştığını güvenli bir ortamda keşfetmek için çok destekleyici olabilir. Eğer zihinsel yük, kaygı ya da içsel huzursuzluk günlük yaşamını ciddi şekilde etkiliyorsa, bir psikiyatri değerlendirmesi de destekleyici bir seçenek olarak düşünülebilir. Aile Sağlığı Merkezlerinde ücretsiz psikolog randevusu bulabilirsin. Son olarak şunu bilmeni isterim: “Ben olmak istiyorum” diyen bir tarafın varsa, sen zaten yoldasın. Kendini bulmak; kaybolmuş bir şeyi aramak değil, uzun süredir ihmal edilmiş bir parçaya yeniden yaklaşmaktır. Bu süreç sabır ister ama imkânsız değildir. Küçük adımlar, küçük fark edişler zamanla büyük bir içsel temas yaratır. Umarım cevabım faydalı olmuştur. Değerlendirilmesini istediğin farklı bir soru olursa bizlere yeni bir soru oluşturarak iletebilirsin. Aklına takılanları yorumlarda yazabilirsin. Kendine iyi bakman dileğiyle. Sevgiler,Psikolog Betül Canbel
Merhaba sevgili danışan,Yazdıkların aslında ilişkide zorlanan ama aynı zamanda farkındalığı yüksek, “ben böyle olmak istemiyorum” diyebilen bir tarafın olduğunu gösteriyor. Bu çok kıymetli bir yer. Çünkü çoğu kişi kıskançlık, endişe ve kontrol ihtiyacını fark etmeden yaşar; sen ise bunların seni yorduğunu, daha sakin ve kendini merkeze alabildiğin bir ilişki istediğini açıkça görebiliyorsun. Öncelikle şunu netleştirelim: Senin yaşadığın şey sevgisizlik ya da aşırı problemli bir durum değil. Geçmişte yaşadığın kötü deneyimler, güven teması senin için çok hassas bir alan hâline gelmiş. Zihin, geçmişte can yakan bir şey yaşadığında “bir daha yaşanmasın” diye sürekli tetikte kalır. Bu yüzden sevdiğin kişiyi merak etmen, kaybetme ihtimalini düşünmen ve kontrol etme isteği hissetmen anlaşılır bir savunma refleksi. Burada sorun, bu refleksin ilişkide senin huzurunu gölgelemesi. İlişkide endişe yükseldiğinde genelde merkez, fark etmeden partnerin etrafında döner. “Şu an ne yapıyor?”, “Beni hâlâ seviyor mu?”, “Bir şey mi değişti?” gibi sorular zihni ele geçirir. Bu noktada sen yavaş yavaş kendi merkezinden uzaklaşırsın. Güvenli bağlanma ise tam olarak burada başlar: Partnerine değil, önce kendine yaslanabildiğinde. Yani “O yanımda olmasa da ben ayaktayım, ben değerliyim, ben bütünüm” duygusu güçlendiğinde kıskançlık ve endişe doğal olarak azalır. Kendini merkeze koymak, partnerini umursamamak demek değildir. Aksine, kendi duygularının sorumluluğunu alabilmek demektir. Endişe geldiğinde şunu fark etmeye çalış: “Şu an hissettiğim duygu geçmişten mi geliyor, yoksa bugünde gerçekten bir tehdit var mı?” Çoğu zaman beden bugünle değil, geçmişte yaşananlarla tepki verir. Bu ayrımı yapabildiğinde, duygu seni yönetmekten çıkar; sen duyguyu yönetmeye başlarsın. Gün içinde onu sürekli merak ettiğini söylüyorsun. Burada küçük ama etkili bir farkındalık çalışması yapabilirsin. Kendine şu soruyu sor: “Şu an onu düşündüğümde aslında neye ihtiyacım var?” Çoğu zaman bu ihtiyaç; görülmek, sevilmek, güvende hissetmek ya da yalnız kalmamak olur. Bu ihtiyacı sadece ondan beklediğinde, ilişkinin yükü ağırlaşır. Aynı ihtiyacı kendinle, arkadaşlarınla, hayatın diğer alanlarıyla da beslemeye başladığında ilişki nefes alır. Güvenli bağlanma, “asla kıskanmamak” değildir. Güvenli bağlanan insanlar da kıskanır, korkar, kaygılanır. Fark şu ki; bu duygular geldiğinde panik olup kontrol etmeye çalışmazlar. “Şu an kaygım yükseldi ama bu duygu geçici, ben kendimi regüle edebilirim” diyebilirler. Sen de endişe geldiğinde hemen mesaj atma, sorgulama ya da zihninde senaryo kurma dürtüsünü fark edip küçük bir duraklama koyabilirsin. Bu duraklama, duygunun şiddetini ciddi şekilde düşürür. İlişkide rahatlayabilmek için kendi hayat alanlarının canlı olması çok önemlidir. Günün tamamı onunla ilgili düşüncelerle dolduğunda, zihnin doğal olarak alarmda kalır. Kendine ait rutinler, hedefler, keyif alanları arttıkça, ilişki “hayatın tamamı” olmaktan çıkar, “hayatın güzel bir parçası” hâline gelir. Bu da hem senin için hem ilişkin için daha sağlıklı bir zemin yaratır. Partnerinle gelecek planları yapman, aile hayali kurman çok anlaşılır. Ancak zihnin çok fazla geleceğe gittiğinde, bugünkü küçük belirsizlikler büyür. Güvenli bağlanma biraz da “bugünde kalabilme” becerisidir. Şu an ilişkinizde neler iyi gidiyor, neler seni besliyor, neler gerçekten sorun? Bunları ayırt edebilmek, zihnin felaket senaryolarını yumuşatır. Şunu da eklemek isterim: Sen kendini merkeze koydukça, kıskançlık azaldıkça ve daha sakin bir yerde durdukça, partnerinle olan bağ da genellikle daha güvenli bir hâl alır. Çünkü ilişki, kontrolle değil temasla güçlenir. Senin rahatlaman, onun da rahatlamasına alan açar. Eğer geçmişte yaşadığın deneyimler hâlâ çok sık tetikleniyor, kaygı bedensel olarak yoğun yaşanıyor ya da zihnini susturmakta çok zorlanıyorsan, bir psikologla bu güven temasını çalışmak çok destekleyici olabilir. Bazen ilişki içinde çözmeye çalıştığımız şeyler, aslında geçmişte yaşadıklarımızla bağlantılıdır ve bireysel olarak ele alındığında çok daha hızlı hafifler. Gerekli görülürse bir psikiyatri değerlendirmesi de kaygının yoğunluğunu azaltmak adına düşünülebilir. Umarım cevabım faydalı olmuştur. Değerlendirilmesini istediğin farklı bir soru olursa bizlere yeni bir soru oluşturarak iletebilirsin. Aklına takılanları yorumlarda yazabilirsin. Kendine iyi bakman dileğiyle. Sevgiler,Psikolog Betül Canbel
Merhaba sevgili danışan,Sorduğun konu oldukça karmaşık ama bir o kadar da insani bir alanı kapsıyor. Kaygılı-kaçıngan özellikler gösteren bir kadının geçmişte reddettiği bir erkekle yıllar sonra karşılaştığında yaşadığı bedensel ve duygusal tepkileri tek bir nedene indirgemek mümkün değildir. Bu tür tepkiler, çoğu zaman bilinçli bir düşünceden çok, kişinin iç dünyasında aynı anda tetiklenen birden fazla duygusal katmanın dışa yansıması olarak ortaya çıkar. Bu yüzden “net bir beden dili cevabı” aramak anlaşılır bir ihtiyaç olsa da, psikolojik dünyada çoğu durum ihtimaller üzerinden değerlendirilir. Kaygılı-kaçıngan örüntüye sahip kişilerde yakınlık ve mesafe teması genellikle çelişkilidir. Bir yandan duygusal bağa, görülmeye ve anlaşılmaya dair yoğun bir istek vardır; diğer yandan bu bağın getireceği yük, kayıp ya da incinme ihtimali kişide güçlü bir geri çekilme refleksi oluşturur. Bu içsel çelişki, özellikle geçmişte duygusal bir temasın yarım kaldığı kişilerle karşılaşıldığında çok hızlı ve kontrolsüz tepkiler şeklinde ortaya çıkabilir. Yani o anda yaşanan “kilitlenme”, sadece karşıdaki kişiye dair bir duygudan değil, kişinin kendi içindeki çatışmanın aniden aktifleşmesinden kaynaklanabilir. Yıllar sonra karşılaşıldığında görülen şok ifadesi, çoğu zaman “hazırlıksız yakalanma” hâlidir. Zihin, geçmişte kapatıldığını sandığı bir dosyayla aniden yüzleştiğinde, bedensel sistem bunu bir tehdit ya da yoğun uyarılma olarak algılayabilir. Bu tehdit her zaman karşıdaki kişiye yönelik değildir; bazen tehdit, kişinin kendi içinde bastırdığı duygularla yeniden temas etme ihtimalidir. Bu nedenle yüz ifadesinde donakalma, bakışlarda sabitlenme, bedende kasılma gibi tepkiler görülebilir. Bu tepkiler “özlem” anlamına gelebileceği gibi, “kaçırılmış bir ihtimal”, “yarım kalmış bir benlik parçası” ya da “o dönemdeki benle yüzleşme” anlamına da gelebilir. Hüzün ifadesi ise en sık yanlış yorumlanan tepkilerden biridir. Dışarıdan bakıldığında bu hüzün, “onu özlüyor” ya da “unutamamış” gibi okunabilir. Oysa hüzün, her zaman kişiye yönelik bir duygu değildir; bazen kişinin kendi geçmişine, kendi seçimlerine ya da o dönemdeki çaresizliğine duyduğu bir histir. Kaygılı-kaçıngan özellikler taşıyan kişiler, çoğu zaman geçmişte verdikleri kararları zihinsel olarak defalarca tartar ama duygusal olarak işlemekte zorlanırlar. Bu yüzden karşılaşma anı, “başka türlü olabilirdi” düşüncesini tetikleyebilir ve bu da yüzde bir hüzün ifadesi olarak belirebilir. İleri geri sallanma, bedenin kendi kendini regüle etme çabası olarak da okunabilir. Sinir sistemi yoğun bir uyarılma yaşadığında, kişi farkında olmadan bedensel hareketlerle bu yoğunluğu dengelemeye çalışabilir. Bu hareketler dışarıdan kararsızlık, huzursuzluk ya da duygusal gelgit gibi algılanabilir. Ancak bu her zaman karşıdaki kişiye dair bir istek ya da özlem göstergesi değildir. Bazen sadece “şu an burada olmak benim için zor” mesajıdır. Kaygılı-kaçıngan yapıdaki kişiler için reddetmek de, reddedilmek kadar zorlayıcı olabilir. Birini reddetmiş olmak, o kişiyle ilgili tüm duyguların bittiği anlamına gelmez. Aksine, bazen reddin kendisi, kişinin kendi korkularını yönetme yoludur. Yıllar sonra karşılaşma anı, bu savunma mekanizmasının kısa süreliğine devre dışı kalmasına neden olabilir. Bu da yüz ifadesinde karmaşa, bedende donukluk ya da duygusal bir taşma şeklinde görülebilir. Burada önemli bir nokta şudur: Bu beden dili ve tepkiler, karşıdaki erkeğin “unutulmadığı” ya da “özlendiği” anlamına da gelebilir, ama bu tek olasılık değildir. Aynı tepkiler; geçmişteki benliğin hatırlanması, o dönemde yaşanan duygusal yoğunluğun bedende yeniden canlanması, kişinin kendi hayatındaki mevcut tatminsizliklerle temas etmesi ya da sadece beklenmedik bir karşılaşmanın yarattığı şaşkınlık nedeniyle de ortaya çıkabilir. Psikolojik tepkiler çoğu zaman çok katmanlıdır ve tek bir anlam taşımaz. Ayrıca şunu da göz önünde bulundurmak gerekir: İnsanlar, geçmişte kendilerine ayna tutan kişileri yıllar sonra gördüklerinde, o kişiden çok kendilerinin kim olduğunu hatırlarlar. O erkek, o kadın için bir “kişi” olmanın ötesinde, belirli bir yaşam döneminin, bir duygusal hâlin ya da bir kimlik parçasının sembolü hâline gelmiş olabilir. Bu yüzden karşılaşma anındaki yoğunluk, bugünkü ilişki isteğinden ziyade geçmişle temasın yarattığı bir duygusal dalga olabilir. Bu noktada beden dilini kesin ve tek anlamlı bir mesaj gibi okumak yanıltıcı olur. Psikolojide beden dili, bağlamdan koparıldığında kolayca yanlış yorumlanır. Aynı yüz ifadesi, aynı bedensel tepki, farklı kişilerde ve farklı zamanlarda bambaşka anlamlar taşıyabilir. Bu nedenle “kesin olarak şunu ifade eder” demek bilimsel olarak mümkün değildir; ancak olası anlam alanlarından söz edilebilir. Eğer bu karşılaşma sende de güçlü duygular uyandırdıysa, bu durum sadece o kadına dair değil, senin kendi duygusal dünyana dair de bir kapı aralıyor olabilir. Bu tür karşılaşmalar bazen kişinin kendi geçmiş bağlanma deneyimlerini, değer görme ihtiyacını ya da yarım kalmış duygularını fark etmesine vesile olur. Böyle durumlarda bir psikolog ile bu karşılaşmanın sende neyi tetiklediğini konuşmak, olayı tek bir anlamla açıklamaya çalışmaktan daha derin ve rahatlatıcı bir süreç sunabilir. Eğer bu düşünceler zihninde takılı kalıyor, tekrar tekrar yorumlama ihtiyacı doğuruyor ve günlük işlevselliğini zorlamaya başlıyorsa, bir uzmandan destek almak faydalı olabilir. Gerektiğinde bir psikiyatrist değerlendirmesi de, eşlik eden yoğun kaygı ya da bedensel belirtiler varsa düşünülür. Sorun çok katmanlı olduğu için tek bir cevapla kapanması zor olabilir. İstersen konuyu farklı bir açıdan ele alan yeni bir soru yazarak devam edebilirsin. Umarım cevabım faydalı olmuştur. Değerlendirilmesini istediğin farklı bir soru olursa bizlere yeni bir soru oluşturarak iletebilirsin. Aklına takılanları yorumlarda yazabilirsin. Kendine iyi bakman dileğiyle. Sevgiler,Psikolog Betül Canbel